Çarşamba, Ocak 05, 2011

başlıksız

* işten geldim, koca bir kutu pringles'la dark iyi gitti de karnım doymadı. mütemadiyen yiyorum. kimse de beni durdurmasın.

* çok fazlaca birikmiş bir özlem ve sevgi yumağı var içimde. bir insan yorganın yere düşmesine bile mi hüzünlenir!

* metrolardan korkar oldum bu sıralar. bence düzenli kontrolleri yapılmıyor o sistemin. hepimiz ölebiliriz.

* iki metro birbirine paralel geçerken çıkan o "patapatapata" sesi seni de korkutmuyor mu hem? ben korkuyorum çok, çoğu kez nefesimi tutmuş bir halde buluyorum kendimi. hele ki vagonda yalnızsam akşamın bir vakti...

* her şeyin küçüğü sevimli gelir insana ama insan yavrusu kadar sevimlisine rastlamadım ben daha. her gün onlarcasıyla haşır neşirim de doymadım, doyamıyorum. minnoşsunuz hepiniz! yemek isterim!

* kendime düşmem gereken çok fazla not var. kaçıyorum.

* ankara'yı sevmemek için nedenlerim birikiyor ama yine de kopamıyorum. kim demiş istanbul, türkiye'nin en pahalı şehri diye?!

* annem ve babamın facebook hayatı beni çok etkiliyor. bazen derinden üzülürken, bazen içten içe seviniyorum.

* çocukluk arkadaşım ali. yıllardır ankara'dayız ikimiz de ve görüşelim temennilerinde bulunduk da görüşemedik. komşum sayılırmış neredeyse ve biz hala karşılaşmadık bir kez bile. çok mu büyüksün ankara?

* bu aralar çok fazla yalnız hissediyorum. belki yalnız kelimesi tam olarak karşılamıyordur hissettiğimi ama tuhaf bir his. bir şeye ihtiyacım var ama neye? yok yok dayak değil.

* her sabah uyandığımda göreyim de mutluluk versin diye bir kavanoz nutella koydum dolabımın üstüne ama tam karşımda olmasına rağmen bakmıyorum bile. sanırım bir nutellanın verebileceğinden fazlasını bekliyorum, yemeyi denemeliyim.

* indirim organizasyonu sebebiyle geçen gece 1.30'da çıktım işten, ankamall'de in cin top oynuyor, koridorlar da loş. yavaş yavaş çıkışa doğru ilerliyordum derinlerden bir şarkı duydum dikkatimi verdim tanju okan - kadınım çalıyor. durdum, şaşırdım, neden bu şarkı? dedim. hatta neden şarkı çalıyordu? tüm binada yankılanıyordu derin derin. güvenlik görevlilerinden biri-onlardan başkası yayın yapamaz herhalde-iyi dertliydi sanırım. onunla birlikte ben de hüzünlendim en haşatım çıkmış halimle. gidesim gelmedi. gitmem gerekti. gittim.

Pazartesi, Ocak 03, 2011

not

uykusuzluktan ölüyorum ve sana bu satırları çamaşır makinesinin bitmesini beklerken yazıyorum. böyle anlarda hayatı kolaylaştırmak için kendime not düşmek isterdim ama o çamaşırın yıkanması ve sabah ütülenmesi gerekiyor. hiçbir not bu gerçeği değiştiremez. günlerdir yatağıma hasretim, çok da yorgunum. yorgunluk neyse de uykusuzluk zor. kimisi bunun tam tersini söylüyor. bence ben çoğunluğa dahilim. uykusuzluk wins. bünye zayıf düşmesin diye portakal suyuna verdim kendimi, işe yarıyor. bugün mevsimlerden kış ve ben daha hiç hasta olmadım.

canım brokoli istiyor. ayakta dikilecek ve evde geçirecek vaktim olsa pişirip yiyeceğim de... dizlerim ağrıyor. piyangodan da 5 yıldır amorti bile çıkmıyor, zaten yılbaşı geceleri kasvetli gelir bana. ne kesmedik bilek, ne de yakmadık kol bıraktım. çok şükür ikisi de benimdi. evet kolumu fırında yaktım, bileğimi de alüminyum folyo kesti bildiğin şakır şakır kan aktı. akacak kan damarda durmaz dedim dinletemedim. ertesi sabah kalkıp işe gitmek zorundaydım. ben yeni yıla böyle girdim ve bu tempo devam ediyor.

deniz kokusu özledim. daha da yazasım var ama uykum da var. yazmak ya da yazmamak işte bütün mesele bu. şimdilik hoşçakal. sen iyi geldin bana, iyi.

Pazartesi, Aralık 27, 2010

eskiyeni

yaklaşık 1.5 yıl önce bir post yazma girişiminde bulunmuşum ve yarım bırakmışım hatırlamıyorum bile. aşağıdakiler çıkmış:

ihmal etmek mi resmen terk ettim seni! kandırma kendini boşuna. çok matah(kelimeye bak hele) şeyler mi başardım peki? bana göre süt onlara göre çikolata. insanlara artık şaşırmadığımı fark ettim bence bu süttür, ama onlar benim hiçbir şeyin farkında olmadığımı sanıyorlar -hala- işte bu da onlar için çikolata.

içimden taşan kelimeler, marmara denizi'ni doldurmaya yeter. belki ege'nin kuzeyine kadar taşabilir de söz veremem. bu sana çok fazla şey anlatmak istediğim anlamına mı geliyor dersin? sana göre süt, bana göre çikolata. yani... yanisini ben de bilmiyorum. çikolatayı ben kapmak için öyle söyledim. anlatmak istemesem burda olmazdım herhalde, ama kayda değer şeyler bekleme benden. gerçi ben ne söylersem söyleyim kaydedeceksin otomatik olarak. blogla konuşmak... bir an düşündüm de tuhaf geldi.

* insanın 20'lik dişinin çıkmış olduğunu fark etmemesi ne derece normal ki? vaktim olmadı sanırım.

* aşkın yasaklanmasını arz ediyorum! en azından sözlük anlamını bile bilmeyen insanlar için! aşırı dozu da zararlı bu meretin, bağımlılık yapıyor. ayılmak istemiyorsun, ayıldığında hayatın çirkin yüzüyle karşılaşmaktan korkuyorsun.

* insanları izlemek zamanın nasıl geçtiğini anlamamana yardımcı oluyor epey. hayatına müdahale etmek isteyen insanları sus ve izle sadece, gün geliyor nasıl da yoruluyorlar. harap olmalarını izlemek dehşet verici! hiç mi korku filmi izlemedin sen?

* içimdeki hayvan sevgisinin açığa vurması insanlara olan bakış açımı etkiledi sanki. birine hayvan sıfatını yakıştırmadan önce düşünüyorum artık.

* teknolojiden uzak, bana yakın ol! aramız feci bozuldu, hele ki 3G'den sonra. 10 baz istasyonu bir çatıya sığmaz! sığmamalı en azından! ablana taksiden görüntülü artistlik yapmak ya da müstakbel kayınpederinin elini görüntülü öpmek moda olmasın bir zahmet!

* yolda tır misali koluma çarpan genç bir çocuğun holding patronu olduğunu iddia etmekle kalmayıp yürümeyi bilmediğimden ötürü beni mankenlik ajansına göndermek istemesi! çiçek satan çingenenin çiçek almadığım için taciz etmesi! tam inecekken ayakta yolcu olduğu için polis ceza yazmasın diye dolmuştaki teyzenin kıçımdan başımdan çekiştirmesi ve verdiğim cevap üzerine "bilmiyorsan öğren gerizekalı!!!" diye kendini parçalaması! diğerlerini anlatmayım uzun sürer, teker teker gönderiyosun ama biraz yavaş gönder ya rabbim! şu mübarek ramazan gününde ta yürekten amin!

* insanların bazılarını bumeranga benzetiyorum, hem kendileriyle oyun oynanmasını seviyorlar hem de bıkmadan usanmadan atılsalar da geri dönüyorlar.


orada kalmışım, burdan devam edeyim:

* eski blog görüntüsünden yeterince sıkılmıştım, çok başarılı olamayacağımın bilincinde olarak hazır taslaklardan birini kullandım. yakıştı ama bir beden büyüğü olsa seneye de giyer.

*çoraplarımdan ilham aldım, sevdiklerim için yarattım. afiyet oldu.



* herkese tatil olan günde çalışmak, sana tatil olan günde onların çalışması. bir garip kısır döngü. işte bugün o günlerden biriydi, millet pazartesi sendromunu atlatmaya çalışırken ben aylaklığın dibine vurdum. akşam iş çıkışlarının trafiği felç ettiği saatlerde, meşrutiyet üzerinden eve doğru uzanan o kalabalık, yer yer yokuşlu yolda dağıttım aklımı biraz. kalabalıktan kendini soyutladığın anda güzeldir kalabalık. güzeldi. izledim.

* annesinin elinden tutmasına izin vermeyen ve destek almadan yürümek için kendini parçalayan 1.5 yaşındaki bebeğin içinde yatan asi ruhu kimsede görmedim ben.

* proje için bütçe yapmam ve yarın hocama teslim etmiş olmam gerekiyor ama içimden kılımı kıpırdatmak bile gelmiyor.

* kılı kıpırdatmak mümkün müdür? bence değildir ya.

* mideme bir şeyler oluyor bu aralar, kusmak kusmak ve kusmak istiyorum.

* bu şarkıyı dinledikçe ekşi'deki bir başlığa taa yürekten katılıyorum, bilirsin sen onu.

* geçen gün araba çarptı yine bana. belirli dönemlerde oluyor böyle, engel olmak ne mümkün. alışkanlıklardan vazgeçmek zor tabi.

* balgam denen şeyin benle bir alıp veremediği var ya hadi hayırlısı. şu hayatta yapmakta en çok zorlandığım şeylerin başını çeker: balgam atmak. hiç attım mı onu bile hatırlamıyorum, olan da içime akıp gidiyor herhalde. geçen akşam işten dönerken bir aile yürüyor önümde, 4-5 yaşlarında sevimli bir kız çocukları da var ama ellerinden kurtulmuş şirinler tadında oradan buraya zıplıyor. derken kız birden gökgürültüsü tadında bir sesle balgam atıverdi kaldırımın en orta yerine. dönüp babasına baktı, kocaman gülümsedi ve o hayat dolu tavırlarına devam etti. babası da "seni gidi seni" dedi, ailece gülüştüler.

yetmedi!

ankara'nın kışı pistir, serttir, güneşi özletir adama. geçen sabah öylesi güzel, pırıl pırıl güneşliydi ki kahvaltı yaparken tüm perdeleri açasım geldi. mutlu, günden epeyce umutlu perdeyi araladım ve karşılaştığım sahne: orta yaşın biraz üzerinde bir teyzenin karşıdan karşıya geçerken sektirerek balgam atışı. günde binlerce insanın aşındırdığı koca caddede bunlara tanık olmak ne derin yaralar bırakır bilemezsin.

* gülibik mesaj attı az önce, bir de resim eklemiş. kesilen saçlarımı hatırlatmış ona:



* indirimin tam göbeğinde olup da indirimden faydalanamayacak olmak.

* kırmızı ışıktan bekleme sabrını gösteremeyişimin cezası: dur az daha yürüyeyim de ilerden geçerim karşıya derken yolu uzattıkça uzatmak. işte zayıflığımın sırrı.

* kimbra ve jehan barbur, ballı lokma tatlısı gibi ikisi de. yerim.

* biraz soya sosu, biraz zeytinyağı, biraz bal ya da pekmez, ve birkaç parça tavuk bonfilen varsa o gün güzel bir yemek yersin. pilav ve sütlü patates garnitürün olsun bir de. karnım acıktı.

* asdasdasdasd ya da fjklflkdjkl diye gülemedim ben hiç.

* bir kedi, köpek-mümkünse yavru- ya da bebek istiyorum, bir de saatlerce onlarla oynamak. hepsi bir arada olursa double kill olur, muhteşem olur.

* bazen odunun önde gideni olduğumu hissediyorum. bazen de hissetmekle kalmayıp bizzat öyle olduğumu düşünüyorum. beni böyle sevin.

Çarşamba, Aralık 22, 2010

Ve bu şehirde hala bir deniz yok

çok uzun zaman oldu. çok özledim yazmayı. çok da şey birikti. gerçi blog kaderine terk edildi, herkes twitter aleminde ama benim twitter'ım yok. neden? yok işte. belki olur kim bilir. facebook sağolsun eski fotoğrafları koyuverdi önüme bu gece, çok kişinin kulağını çınlattım, çok şey hatırladım.

değiştim ben, herkes gibi. herkesin gittiği gibi gittim ben de her yerden, herkesten. en son buralara yazdığım zaman etrafımda olanların çoğu da baktığım hiçbir yerde yok şimdi. dağıldık bambaşka yerlerdeyiz. mezun olduk biz. ayrı ayrı şehirlere dağıldık. böyle olacağını bilmiyormuşuz gibi de üzüldük ama mecbur alıştık bambaşka hayatlara. o deli dolu üniversite günleri sona erdi çoğumuz için. ben mesela, diplomalı bir filologum artık. her mezun gibi koca bir yazı diplomalı işsiz olarak geçirdikten ve birçok kapı suratıma çarpıldıktan sonra-neymiş tecrübesizmişim, yabancı dili herkes biliyormuş, mesleki yeterliliğim neymiş, 4 yıl boyunca kitap mı okumuşum- siyasal bilgiler fakültesi kapılarını açtı bana ve şimdi bir adet yüksek lisans öğrenci kimliğine sahibim. kendime ait bir evim var, yurt hayatı sona erdi. iş hayatı başladı bir yandan. daha yorulmadım ama her çalışana olduğu gibi, bana da bir günün 24 saat olması az, bir ayın 4 hafta olması çok geliyor. annemi, babamı, ablamı ve kardeşimi deli gibi özlüyorum en çok. kalbimin en büyük parçası izmit'te hala, bir kısmı istanbul, bir kısmı da eskişehir'de. özlüyorum... günde en azından 10 defa tekrarlıyorum bunu. özlüyorum. özlüyorum işte.

peki ya saçım? sorsanız miniminnacık derim kendisi için. ee o da değişti tabi. mekanlar, insanlar, hava bile değişti. kışları yaz, yazları kış gibi yaşar olduk.

ve bu şehirde hala bir deniz yok.

Cumartesi, Nisan 25, 2009

The Return of the Beautiful


perdenin kenarından sızabilen gün ışığıydı uyanmasına sebep olan. gözlerini açmasıyla kapatması bir oldu. kaşlarını çattı, yüzünü buruşturdu, sırtını döndü gün ışığına. yavaşça gözlerini araladı. uyuşmuş parmaklarını soğuk duvarda gezdirirken geceden beri 437. kez çalan şarkıyı duydu, geceden kalma son damla da şarkının son cümlesiyle düştü gözlerinden...

"Why can't you see
That everything, can't bleed for you."


hatırlamaya çalıştı ama yine başaramadı bütünüyle, hatırlamak ona göre zor iş. peki ya unutmak? onu da tamamen yapabildiği görülmemişti ki hiç. güne başlamak için yapılacak en sağlam hamle yataktan kalkabilmekti her zamanki gibi, bunu yapabildiği an gün ellerinin arasından akmaya başlayacaktı. ve başardı. kalktığı gibi güneşin içeri girmesine mani olan perdeyi duvarın köşeşine kadar çekti tek bir hamleyle. bu ani hareketten sonra perdenin canını yakmamış olmayı diledi. nesnelere canlıymış gibi davranma huyunu çocukluğuna emanet etmeden gelmişti geleceğe, bu bazen deliler gibi üzülmesine sebep oluyordu ama bir türlü kurtulamıyordu bu huyundan. bir hafiflik vardı, sanki omuzlarından bir yük kalkmıştı. öyle rahattı, öyle hafifti. güneşin tenini okşaması için yatağa oturdu, avuç içleriyle yataktan destek aldı ve yatağın uzağına çıkardığı terliğini ayak başparmağıyla yakalamaya çalıştı. başardı. terlikleriyle sabah oyunlarını epey severdi: "parmak ucundan fırlattığı terlikle geceden kalan şişeleri devirmece". bu oyunu bir süre devam ettirdi, yoruldu. duraksadı. gözü, şalıyla örttüğü aynasına ve yerdeki kırık saatin yelkovanına ilişti. aynalara bakmayı sadece güzel hissettiğinde severdi. saatlerle arası iyi olmamıştı zaten hiç, kırdığı için pişman değildi.

güzel olmak istedi. dişlerini fırçaladı önce, tam da hekimlerin önerdiği gibi; yukarı-aşağı hassas hareketlerle. gözü diş macununa çarptı o sırada, canını yakmış mıyımdır diye düşündü her sabah olduğu gibi. elbiselerinden kurtuldu ve güneşten sonra suya teslim etti önce ruhunu, sonra tenini. uzun süren danstan sonra veda etti damlalara. dolabını açtı, en sevdiği bluzu giymek istedi ama öyle bir bluzu olmamıştı hiç. o an gözüne en güzel görüneni seçti, seçmek zorunda kaldı.

kulağı müziğe takıldı yine, onu o an ordan götürecek olan şarkıyı gayet iyi biliyordu. önce "stop" sonra "play" dedi ve en sevdiği kısmına eşlik etmeyi ihmal etmedi:

"Touch me
It's so easy to leave me
All alone with the memory
Of my days in the sun
If you touch me
You'll understand what happiness is
Look a new day has begun."


ayna için de gün başlamalıydı, zaten o da aynanın karşısına çıkmak için hazırdı artık. şalı tek bir hamleyle çekti aldı aynanın üzerinden, bu defa düşünmedi canını yaktım mı diye. o kadar sert davranmamıştı ki.

bir şeyler eksikti. omuzlarının üzerinden dökülen... eksikti...

etrafı dikkatlice inceledi ve kendinden parçaları nasıl kopardığını hatırlamaya başladı, yavaş yavaş. bir yandan geri kalanları tarıyordu, ama tarağın yolculuğu eskisi gibi uzun sürmüyordu. pişman olamadı, olmadı. çünkü son zamanlarda hep kurtulmayı düşlemişti omuzlarındaki yükten ve kendi elleriyle kesmişti. hem zaten emek verdiği şeyi başkalarına emanet etmeyi sevmezdi, emanet etmemişti. hem de fena olmamıştı sanki. kendi hallerine bıraktı kurusunlar diye, artık o sıcak sıcak üfleyen aletin altında uzun süre kalmak zorunda hissetmiyordu, hasta olmaktan korkmamak değildi bu. ama neydi tam olarak da bilemiyordu. 2-3 parçadan oluşan makyaj malzemelerini toparladı sağdan soldan. rimelini sürdü her zamanki gibi ve göz kalemiyle not tutma alışkanlığından vazgeçmesi gerektiğini düşündü kalemi göz çevresinde gezdirirken. kırmızı oje ve kırmızı rujdu bugünkü favorisi. onları sürerken hiç özenmediği gibi özendi, pek sık sürdüğü de görülmezdi ya neyse.

ojelerini kurutmak için ellerini açarak kendi etrafında dönme yöntemini seçerdi çoğu zaman, yine onu seçti. "memory" 14. kez çalıyordu, bu defa o şarkıya değil şarkı ona eşlik ediyordu. ortalık epey dağınıktı, yine de o güne tamamen hazırdı. o gün her şey daha güzel olmalıydı. salona doğru ilerledi koridordan. masayı daha bir özenle hazırladı, her şeyden birer tane çıkardı koydu masaya yine, bardaktan iki tane. yediği yemeğin boş tabaklarına bakmayı sevmez ama başkalarının boş tabaklarını dikkatle incelerdi. ikinci bardağın tarafına tam yemek bitiminde geçmek ve boş tabakları izlemek en büyük keyiflerinden biriydi haliyle.

bardak boşaldıkça doldu, doldukça boşaldı. hava çoktan kararmıştı, odayı aydınlatan o meşhur sokak lambasıydı. bardaktan şişeye terfi edeli 3 saat 47 dakika 23 saniye olmuştu ki yerinden kalktı, sabahtan beri 113. kez çalan "memory"i değiştirmenin zamanı gelmiş ve çoktan geçmişti. bir şarkıyı onlarca kez arka arkaya dinlemekten ne zaman sıkılacaktı? bilmiyordu. yatağa yaklaşırken terliklerini çıkardı, aynaya son kez bakıp üzerine şalını attı. perdeyi duvarın köşeşine kadar çekti tek bir hamleyle, canını acıttım mı diye düşünemedi. hem düşünse de ne önemi vardı? en sevdiği olmayı başaramayan ama çok sevdiği bir bluzunu kasten parçaladığında bile tuttuğu yas 34 dakika 52 saniye 10 salise sürmemiş miydi? üstünü çıkarmadı, üşendi yine. üşenmese de yapabileceği şüpheliydi zaten. tavanı izledi belki 2 dakika belki 16 saniye. gölgeler oyun oynamaya başlayınca korktu, yorganın altındaki karanlığa sığındı. insan gölgeden korkuyorsa neden karanlığa sığınırdı ki? anlamsızdı. yine de çıkmadı yorganın altından. bugün her şey güzeldi ve yarın daha güzel olmasını diledi. kırmızı ojesi ve ruju aynanın önündeydi. perde hafif aralı kalmıştı, o meşhur sokak lambasının ışığı girebiliyordu bu odaya da ama o bunu hiç bilmedi. derinlerden duyabildiği şarkıya eşlik etti uykuya dalmadan önce. gözleri tabi ki nemliydi.

"Please leave
I think I'll close my eyes now
The first sunshine was mine
Look for me among the flowers
Sleeping with the earth
My Dying Bride
The pity I fashion
Through a rain of tears."


Perşembe, Şubat 12, 2009

so what!


* nedir efendim bu madafaka?
madafaka ağız dolusu küfretmektir! ana ile anne arasındaki ince çizgidir madafaka.
türk toplumunda "ana", anneye olan sevginin yoğunluğunca söylenir, şarkılar "anam" diyerek yazılır, canı yanar "yandım anam" der insan. "anneni markette gördüm" dersin sorun olmaz ama "ananı markette gördüm" dersin gayet ciddi sorunlar doğabilir. küfür edilirken de "ana" kullanılır canı daha fazla yakmak, insanı biraz daha fazla kışkırtabilmek için. en hararetli bir kavganın ortasında "anne"li bir küfür et adamlar "popo"suyla güler, kavga falan da etmez seninle. işte madafaka "motherfucker" inceliğinden sıyrılabilme çabasıdır.

* yağmur altında tek başıma, çılgınlar gibi alışveriş yaptım dün! keyifliydi.

* yok yok iflah olmaz bu facebook! kendi kafasına göre türkçeye geçtiği yetmiyormuş gibi(evet ben facebook'un ingilizce olabilme ihtimalini sevdim!), en son bir bildirim geldi; x arkadaşım bana ait sevgililer günü mesajını okumuş, okumak için tıklayacakmışım. şaşırdım ve merak ettim, tıkladım. mesajı okumak için aşamalar kaydetmeliymişim. ilk aşama; 15 tane bugüne kadar hiç sevgilisi olmayan arkadaşımı seçiyorum(tıkladığım her arkadaşımdan birer birer özür dilerim "skip" seçeneği yoktu), ikinci aşama sevgilisi olanları seçiyorum. ve mesaj karşıma çıkıyor(aynen kopyalıyorum):

Sizi tebrik ederiz bütün aşamaları tamamladınız özel mesajınızı alt taraftan okuyabilirsiniz.
(arada 3cm boşluk)
Evet aşamaları tamamladınız. Burada bu kadar uğraşacağınızaq gidin sevgilinizle ilgilenin en özel mesajınız bu:)

şaka olmalı diye düşündüm ama hepsi gerçek. insanların işi gücü yok, ben de dahil!

* sevgililer günü demişken ben kutlayan biri olsam kesinlikle hediye tercihim bu olurdu.

* yazmadığım günlerde de bol bol eş dost gördüm. görmeyi planlamadıklarım bile çıktı karşıma, kimisi şaşırttı kimisi sevindirdi. ben yapamadım ama ytrum gayet güzel yapmış. tarifi görmek için -facebook'a inat- tıklayınız.

* hacettepe ve honda'nın amblemleri birbirine benziyor diyerekten buraya ikisinin amblemini koymaya hazırlanıyordum ki hiç de benzemediğini, sadece ikisinin ambleminin "h" olmasının benim bu fikre kapılmama sebep olduğunu fark ettim.

* iki kardan adamın sokakta bir başka kardan adam yaptığını görsem yadırgamam; onlar da yuva kurmak isteyebilir. haksız mıyım? susma bir şey söyle!

* uğramasın artık şu kabuslar gecelerime!!!

* çoğu zaman sıkıntımı atma yöntemi olarak eski şarkılara yüksek sesle eşlik etmeyi tercih ederim. şu dönem sıkıntımı atmama yardımcı olan isimlerin başını ise nil karaibrahimgil ve pink çekiyor. son dönem şarkılarından tercihim ise katy perry - hot n cold ile laurent wolf - no stress. kişilere takılı kalmamak lazım bazen. sen de yap güzel oluyor.

* her arabanın bir anteni var resmen! bunu fark ettiğimde otobüs camına yapışarak trafikteki arabalara olan bakışım görülmeye değerdi diyorum ben. günde yüzlerce araba görüyor olmama rağmen henüz fark etmiş olmam arabalara olan ilgimin(!) ispatıdır.

* blog yazan birçok arkadaşım değişikliğe gidiyor, hepsi de gayet hoş oluyor ellerine sağlık özendiriyorlar kendilerine fakat ben çok üşeniyorum. beni idare edin bir süre.

* THY'nin feel like a star temalı reklamında adam aynadan kendini görüyor ve yoluna devam ediyor ama aynanın karşısından ayrıldıktan sonra bile biz yansımasını görmeye devam ediyoruz. ayrıca ingilizce bilmeyenler için hiçbir açıklama yapılmıyor olması neden tepki çekmiş değil şaştım kaldım.

* insanların birbirinin hayatına istediği zaman girip istediği zaman çıkma hakları elinden alınmalı diyorum da başka da bir şey demiyorum.

* bir iç çamaşırı mağazasının kapısı neden kepenk şeklinde olur ve bu sebeple sadece akşamları kapanır ki? tamam kapı da olmasın ama dışardaki hanzo neden içeri ayıplar şekilde bakar ve "cık cık cık!" der? kendisi -kendi tabiriyle- donsuz mu geziyor sorarım ben bunu! iç çamaşırı tabu olmaktan çıksın artık!

* bloguma adsız yorumlar yapan sevgili arkadaşım(bak sapık dememek için maksimum çaba sarf ediyorum) şu sitenin ne işe yaradığını bir öğren bakalım. sana ödev!

* solaryuma girmek büyük cesaret ister bence. çok fazlaca korkunç, böyle ilginç bir şey bence. giriyorsun tabut gibi bir şeyin içine, kapak bir daha açılmasa, makine bozulsa, ne bileyim sesini kimse duymasa... offf!

* pazar günü bitiyor bu 3 haftalık keyif dönemi ve yurt üzerinde yaşayacağım bir yatak beni bekliyor olacak. kanepe yok, koltuk yok, tv karşısında uyuyup kalmak yok...

Pazar, Şubat 01, 2009

törn dı peyc

* annemin blogumu takip edip etmediğini anlamadım hala.

- ne yazıyorsun ki sen bloga şimdi?
+ komiklik şakalar gündelik şeyler falan :p
- insanlar senin yaşında kitap yazar sen hala komiklik şaka derdindesin.
+ ...

annelerin gizli bir örgütü olduğunu düşünüyorum, belirli dönemlerde gizlice toplanıp kararlar alıyorlar. kızım/oğlum şu ve benzeri cümle kurduğunda ne cevap vermeliyim? böyle yaptığında nasıl bir tepki vermeliyim? temalı toplantılar bunlar. 3 gün normal tepki verseler 4. gün içindeki anne dışa vuruyor, engel olamıyorlar.

ve siz babalar! farklıyız sanmayın!

* yeni bir site tavsiyesi, ben öğrendim ekranım şenlendi siz de eksik kalmayın: www.musicovery.com

* ben bunu denemek istiyorum:


* demiştim ya ben uyurken attığım mesajı, cevapladığım telefonu hatırlamam hatta durduk yere ararım bile diye bir post'umda.(postumda diyince de böyle iyicene.. dur parantezi kapatayım da geri dönüp virgül koyayım bari) neyse işte, geçenlerde kuzenim mesaj attı "geçen gece metalika törn dı peyc dinle acıyı alır diye mesaj gönderdin hatırlıyor musun?". atıyorsun bari mantıklı bir mesaj at değil mi? turn the page ve acıyı almak? kur hadi bağlantıyı, ben kendime kafa yormuyorum daha fazla.

* çarşamba günü istanbul gördüm, boğaz gördüm, köprü gördüm ben. gitmeden yine görmeye kararlıyım.

* Tv başında pinekliyordum geçen gün, bir an Almora çaldığını duydum, bir önceki kanala döndüm: TRT 41. yıl programı reklamı. gecede yer alan şarkıcılar: Emel Sayın, Candan Erçetin, Nükhet Duru, Trt Türk Sanat korosu vs. hadi kur bağlantıyı ben bunun üzerine de düşünmeyeceğim.

* rüyamda gördüğüm şey aynı buna benziyordu. tek farkı benim peşimdekinin elindekiler çift uçluydu ve pantolon giymiş kanlı canlı karşımda duruyordu. o an korkmadım, çünkü kıpırdamadığım için gözleri beni algılayamıyordu bile ama uyandığımda kalbimin yerinde sökülmesine ellerim engel olabildi.

* prospektüse uymadım alerji oldum ben. ha bir de kolesterol çıktı falan.

* bu aralar ibrahim tatlıses'in sarhoş adlı şarkısına feci takmış durumdayım. karışmayın yakarım kendimi!

* captain caveman... nerelerdesin sen?

* blog yazacağına dair söz veren hainler! peki ya siz nerdesiniz?

* istanbul metro açılışında Davos'taki tavrı üzerine konuşmasını "siz gerekli cevabı 22 temmuz'da verdiniz 29 mart'ta da yapmanız gerekeni biliyorsunuz" temalı mesajıyla sonlandırmasaydı inanırdım belki. her şey insanlık için(!)

* facebook'taki dedikodu uygulamasına sinir oluyorum ve o soruları yanıtlayan arkadaşlarıma tabi ki. sorulara bak: x sizce gamze eşcinsel midir sorusunu yanıtladı. cevabı görmek için tıklayınız. y sizce gamze hiç yalan söylemiş midir sorusunu yanıtladı. cevabı görmek için tıklayınız. z sizce gamze birden fazla kişiyle birlikte olmuş mudur sorusunu yanıtladı. cevabı görmek için tıklayınız.
nasıl bir dedikodu kazanıysa anlamadım gitti! yok cimri miymişim yok eşcinsel miymişim. yapacaksan da dedikodumu mantıklı konular hakkında yap. ne canım bu? çok güzel hareketler bunlar tabiriyle: sex and the city gibi iyice...

* küçük tesadüfler büyük mutluluklara gebedir, insan gözlerine inanamaz bazen. kelebekler, melekler... :)

* sezen aksu'nun erkek güzeli adlı şarkısını senelerdir "pamuk" olarak biliyormuşum yetmemiş gibi bir de söylüyormuşum ya aferin bana!

* blogunu günlük olarak kullananlar var ya ben de dünlük olarak kullandığımı söylemeye karar verdim. nasıl olsa günü gününe yazamıyorum, belli bir teması da olsun istemiyorum. güzel olur bence güzeeeel!

* pek sevgili ozzy'ciğim katılıyor aramıza, hazır olun!

* peki sence bir bonibona en çok hangi renk yakışıyor? bana oda karanlıkken monitor ışığının aydınlattığı pembe bonibon gibi geldi.

edit: kırmızının yanında halt etmiş pembe! neden kırmızıyı daha önce fark edemedim neden??

* bonibonla pek bir haşır neşirim şu sıra. fark ettin değil mi? haşır neşir edene bin öpücük olsun buradan.
"beni bonibon yağmurlarında yıkasınlaaaar yıkasınlaaar.
başucumda biten jelibon paketleri varsın hışırdasınlar."

Pazartesi, Ocak 26, 2009

neydim ne oldum?

en son yazdığım posta yazmıştım "güzel rüyalara dalacağım" diye. kış uykusuna mı daldın geyiği yapan "kömik" insan, bu tespitinden ötürü alnından öpmek isterdim ama yanılıyorsun. bak bakalım neler yapmışım...

* rüyalara daldığım oldu elbet ama güzelliği tartışılır kimisinin.

* vaktimi okula ayırır oldum, daha doğrusu o beni vaktimi ona harcamaya zorladı. gittikçe ömrümden çalınıyor, iyice fark eder oldum. işte bu da ingiliz dili ve edebiyatı ve amerikan kültürü ve edebiyatı öğrencilerinin ortak dramıdır sayın okuyucularım, hepsi gerçek!

* 17 aralık doğum günümdü mesela, 3 gün gecikmeli bir kutlamayla en sevdiklerimle geçirdim(birkaç fire verdik ama canımız sağolsun). mekan olarak epey didinsem de kürkçü dükkanımız olan Qube'ü seçtim. bir ara garsonların isyanına uğradım:
"daha gelecek olan var mı?"
"sanırım."
"amma çok sevenin varmış höh yani!"
"ben de bilmiyordum. gelmezler sanıyordum."
kendimi bir ara düğün sahibi gibi hissedip "napıyorum lan ben?" diye düşünsem de geçirdiğim en keyifli doğum günü olarak ilk 3'te yer alacağından şüphem yok. anne ben heppi börtlek oldum!

* birçok kitaba ve siteye göre yükselenim ikizlerdi benim ama artık boğa olduğunu söylüyorlar. neye inanacağımı şaşırır oldum.

* 20li yaşlardan nasibimi almaya başladım, başım göğe ermedi, düşündüğüm gibi hüsrana da uğramadım. en son 19'dum, şimdi 20 oldum.

* arada bir de yılbaşı kutladım. bu defa birçok fireyle ama yine de en sevdiklerimle. yılbaşlarını sever gibi oldum.

* ankara'ya kar yağdı ben hiç kartopu oynamadım ama her sabah uyandığımda karlar yerinde duruyor mu diye yataktan kalktığım gibi camdan dışarı baktım. karlar eridi ve her sabah pencerenin dışında onları arar oldum. ankara'ya öyle yakıştı ki kar...

* almanca hocamızı hiç anlayamamıştım, yine anlamadım. yazokulu yolları asfalttan, ben kopamıyorum ankara'dan. (special thanks to mutlu hoca!) aynı anda hem söz yazar hem de şarkı söyler oldum.

* ekonomik kriz babamla birlikte beni de vurdu, ego alırken tam bileti kesecekler diye ödüm koptu. paso sormasınlar diye dua eder oldum.

* soğuklardan korkup dışarı çıkmaz oldum.

* 2 defa kan tahlili yaptırdım kollarım mosmor dolaştım durdum.

* ytrum'un annesiyle tanıştım, pek bir sevindirik oldum.

* yemeden içmeden kesildim, canım istese de bir şey yiyemez oldum.

* finallere çalışacağım diye kendimi yurda kapattım, sabaha kadar notlar elimde baktım durdum. yumurtanın kapıya dayanması gerektiğini bir kez daha anladım. recep ivedik'in tavuğundan daha tavuk oldum.

* sınava girmek için okula gittim; biber gazından, taştan, sopadan, joptan kaçar oldum.

* kız yurdunun faydalarını(!) en alakasız şarkıya bile eşlik ettiğimde fark ettim. adını bilmediğim birçok şarkıcıya eşlik eder oldum.(special thanks to powertürk)

* açtım viva'yı açtım gala'yı saatlerce izledim eski klipleri, eski şarkıları gülmekten yıkıldım. yetmedi saç, makyaj, kıyafet inceledim, günümüz modasından şikayet etmez oldum.( ee special thanks to uydu yayını)

* buket'le aynı anda deprem oluyor diye telaşa kapıldık, yataktan fırladık gecenin bir yarısı uykumuzdan olduk. aynı saatlerde sinem de başka yerde hissetmiş fakat deprem meprem olmamış. depremden yeniden korkar oldum.

* yürüyemediği halde ısrarla topuklu ayakkabı giyen kızları anlayamadım, ben de mi onlardanım diye kendi kendime sorar oldum.

* saçımı kestirince ya da boyatınca pişman olacağımı bile bile içimden o isteği söküp atamadım hala. kuaför önlerinden geçerken kendimi kaybeder oldum.

* edgar allen poe okudukça bolca gotik figürlü rüyalar görür oldum, bir süre ara verdim ama dayanamadım yine okudum hep okudum.

* saçlarını iki yana ayırıp toplayan pamuk saçlı ayrancı teyzesini ve tatlılığını aklımdan çıkaramaz oldum.

* çok istememe rağmen sinemaya gidemedim. izlemek istediğim film hakkında konuşacakları zaman insanları susturur oldum.

* hayvanlarla aramın iyi olmamasına rağmen sinem'in kedisi ipek'i kucağımdan indirmez, elmyra'dan beter oldum.

* yemekteyiz izledim kimi zaman, ülkece bir anda nasıl da gurme oluşumuza şaşırmadım hiç. bir kelime bir işlem'i özler oldum.

* selülit korkusu sardı dört bir yanımı her fırsatta bacak egzersizi yapar oldum.

* finaller biter bitmez kendime ve çevreme vakit ayırmaya söz verdim, izmit'e geldim evden çıkmaz oldum.

* ama ankara gözüme daha bir güzel görünüyor, şimdiden özler oldum.

* bu da benden bol resimli bir post oldu, yazarım dediysem yazarım!

Cumartesi, Aralık 13, 2008

uykulu post


* kurban postunu ima etmiyorum, hayır komik değilsin!

* fazla mı oldu yine bu ara? izmit'e geleli tamı tamına bir hafta oldu ve bugün ilk defa tüm günümü evde geçirdim, yarın da yol hazırlığı, gerisini sen düşün. geldiğim günün akşamında istanbul'a gitmemden anlamalıydım... yatağıma yastığıma hasret kaldım!

* arkadaşlarım dışında herkesi gördüm sayılır, gayet memnunum. pişman değilim! artık, sömestr'da bol bol vaktimi çalabilirsiniz pek sevgili arkadaşlarım. hadi yine iyisiniz siz işinizi bilirsiniz, dedim engel olamadım kendime. sahi kim söylüyordu bu şarkıyı?

* kestik, biçtik, kavurduk(çoğul konuşsam da inanma), el öptük, kolonya döktük şimdi okul zamanı. bu sahnelerden sonra yok Poe, yok Platon, yok Freud; gel de travma yaşama!

* Göt Kuşağı dedim fazla uzatmadı kavuştu bizlerle, buket diye bahsettim daha önce de. okurum güzelleşirim listemde bulabilirsiniz kendisini. şahsına münhasır münhasır sevsinler seni :)

* telefon sapığı var ne bileyim bin türlü sapık var şu dünyada, duymuşsundur ama sen hiç blog sapığı diye bir şey duydun mu hayatında? işte bende bir adet ondan var. buralarda görürsen aldırma, hö!! de geç.

* efendim, çocuklar topluluk içinde büyük bir tehlikeye dönüşüp sizi renkten renge sokabilir. zaten bunalmışsınızdır yeterince ama "büyüklerle" oturmalısınızdır da; büyük bir çoğunluğunu ilgilendirmeyen kariyer planlarınızdan bahsetmek zorunda bırakırlar, evlilik ve oğluna/bir yakınının oğluna alma imalarına gülümsemek zorundasınızdır. o sırada gayet alakasız olarak küçük kız çocuğu fırlayıverir: "gamze ablanın dudakları ne kadar güzel dii mi?". saçıma, gözüme ve hatta boyuma özenen küçük kız çocuğu gördüm de dudak ne lan?! bacak kadar boyunla sana mı düştü dudağımı incelemek? yerin dibine geçtim, renkten renge girdim, ne diyeceğimi bilemedim yeminle! dudak neymiş?!

* masa başı sohbetlerimiz sülalece eğlenceli, atraksiyonludur demiş olmalıyım daha önce. büyük amcamlara gittiğimiz kahvaltı sofrasında, babamın aklına gelen hınzır bir planı uygulamaya geçirme görevi her zamanki gibi bana verildi: "kardeşimin küçük amcamda olmayan numarasından buluşma teklifinde bulunan bir mesaj atmak." amcamdan çok yengemin tepkisi ilgilendiriyordu beni ama öngöremediğimiz şeyler vardı yine de. hayranlığımı dile getiren mesajımdan sonra olası cevaplar üzerinde geyikler dönmeye başlamıştı bile. derken kardeşimin tuvalete gitmesiyle telefonun tuvalet deliğine düşmesi olayın akışını değiştirdi. yengem, amcamdan boşanma kararı vermiş ve kuzenimi alarak buluşma yeri olarak belirlediğim yerde beklemeye koyulmuştu bile.

* pc başındayken dışarda görünüp iletisine "YOOOKUMMMM! Yazmayın!" yazanlara inat: varım ya da varımdan da yakın!

* ------------- spoiler -------------
ipek'le burak barıştı!!
------------- spoiler -------------

* kızların, yakışıklı(msı) bir oyuncu transfer olduğunda takım aşkının nüksetmesi: bit tüken ne yapıyorsan yap ama gözümün önünden kaybol! ve hatta hiç çıkma karşıma!

* hani ankara'ya öyle yakışırdı ki kar? ankara'ya da kar yağsın artık!

* blog dünyasının bana kattığı iki isim: Ziggy the King ve Magnum Opus. isimlerini bile bilmezken blogtan okuduğum kadarıyla "bizim bi arkadaş" diye bahsederken buluyorum kimi zaman kendimi.

* göze kirpik kaçmış gibi canının yanması ama aslında kaçmamış olması... offf!

* iddia ediyorum: düdüklü tencere kadar korkutan bir mutfak eşyası daha yok şu dünyada!


* ilkokulda sınıf başkanı seçme olgusunu düşünüyorum da, böyle bir ilginç geliyor ama tarif edemiyorum şimdi. anlatınca komik olmayacak gibi geliyor, o anı yaşamış olman lazım sanki.

* kiğılı: sen nasıl bir markasın ya? ömrümü yedin bitirdin! sevdiğim insanlar için en büyük dualarıma malzemesin haberin var mı? allah ne mağazana yolunu düşürsün ne de ismini söylemek zorunda bıraksın. insan bir markadan bu kadar mı çekinir ya? hem sen o isimle nasıl marka olabildin anlamadım gitti!

* aklıma gelmişken bak ne demiş Christopher Morley: "'life is a foreign language,all men mispronounce it."

* ben güzel rüyalara dalacağım şimdi. yazarım yine.

Pazar, Kasım 30, 2008

bana yalan söylediler!

* evet, ben de izledim başlıktan da anlayacağın gibi. Hakkında duyduğum tek şey; ayrılık üzerine olduğu ve ağlattığıydı. E, önlem olarak, selpak da çantamda bekliyordu haliyle. İkinci yarının sonlarına kadar “hani ağlayacaktık” diye söyleniyor, şarkılara keyifle eşlik ediyordum. Tarsus’u ilk defa böyle görmenin burukluğunu yaşıyordum ki son 5 dakika içinde çantama nasıl sarıldığımı ne sen sor ne ben söyleyeyim. Filmin tamamında geçmişim, yakın geçmişim ve şu anımı bulduğumdan gözyaşlarıma hakim olamadım daha fazla. Peki ya geleceğim de bu filmde mi saklı yine?

* kızgın mısın bana seni ihmal ettiğim için? Asıl ben sana dargınım, sen uyu hala! Soruyor musun bu kız neden bu kadar yok diye? Ya da artık hayatıma ne kadar dahil olduğunu düşünüyor musun hiç? Ben sana söyleyeyim; geçen gece, babamın acile kaldırıldığını bilmeyecek kadar yakınsın bana…

* kış da gelemedi bir türlü zaten, yalancı güneş ve Ankara ayazı canımı sıkıyor..

* Buket’le yürüyorduk geçen akşam. Kontenjanın dolması sebebiyle alamadığım Sanat ve Edebiyat Sosyolojisi dersinden çıkmış, Antropoloji bölümünden bir çocuğun Sartre sunumu yapmaya cesaret ettiğinden bahsediyordu. Derken yanımızdan Okan’ın geçtiğini gördüm, “işte o çocuk!” dedi Buket, “kim? Okan mı? Yapar o!” dedim. “adı Bxxxx onun ya” dedi, “olsun yine de yapar” dedim.

* okul-ders dedim de okula mı şantiyeye mi gidiyoruz belli değil. Telefonda konuşuyorum, derse giriyorum; arkada güm bam, hüop, çeeek!, kaynak sesi vs. Tüm yaz boş duran bu okul değil miydi? Ben mi yanlış hatırlıyorum? En kötüsü de kaloriferleri yakmıyorlar, dişimin takırtısından hocayı duyamıyorum.

* yemek yerken yere düşen yemek, ekmek parçası, çatal, bıçak vs. hayattan soğutuyor beni, burnumdan geliyor o yemek, bütün moralim bozuluyor, hevesim kaçıyor, kahroluyorum.

* şarkı söylerken birinin “bu şarkıyı kim söylüyordu?” diye sorması, cevap verildiğinde ise “bırak da o söylesin o zaman!” demesi bit, tüken artık! Yoksa katil olacağım!

* ekmek fırınının önünden geçerken aldığın o koku, evet işte o! Parfümünü yapsalar ya onun, sıkıp sıkıp koklasak mütemadiyen…

* son dönem karşılaştığım ilginç tabelalardan aklımda kalanları:

he canım tekel&kuruyemiş” (telefonla sipariş verdiğini ve adamın telefonu böyle açtığını düşün)
süper manyak bıçaklar!” (derinlerde yatan sadisti teşvik amaçlı)
milli yemeğimiz kuru fasulye - pilav her zaman bulunur!" (kebap gibi hatırlıyorum ya neyse yine de bir gariplik var gibi)

* metro altına konulan Deniz Feneri standındaki bağış kutusunun boş olmadığını gördüm; Tayland’da, havaalanını ele geçirerek çıkarılan isyan geldi aklıma. Ah dedim… ah dedim…

* aklını dağıtmak ve beynini dağıtmak arasındaki ince çizgi…

* bir şeyler düşünürken karşımdaki kişi aklımdan geçenleri biliyormuş gibi “bu arada” diyerek söze başlamam şaşırtmasın seni.

* “boğazında düğümlenen hıçkırık olayım, unutma beni, unutama beni...”
“kıskanırım seni kim bulursa cana yakın, annen bile okşasa benim bağrım taş olur!”
"saçın tenine değse tenini kıskanırım, birine söz söylesen dilini kıskanırım..."

Şarkılardaki psikopatlığa davet ediyorum seni! İşte bizler de bu şarkıları ve nicelerini taa derinden hissederek söyleyenlerdeniz. Sıkıyorsa inkâr et hadi! Bilinçaltı çok acayip şey, hep söylerim. Gün olur devran döner yine söylerim, hep söylerim…

* sene 2000 kaç hatırlamıyorum, lisedeyiz, ders tarih. Hoca, türkü söylemeyi ve dinlemeyi çok seviyor; aramızdan seçtiği birilerine söyletiyor, durduramıyoruz. Ebru gönüllü oldu bu defa ama bir şartla: çok sevdiği bir şeyi söyleyecekti ve bu bir türkü değildi. Hoca yine de ikna olmuştu ve ebru gayet duygulu ve bir o kadar berbat sesiyle başladı, dersin kaynaması uğruna her şeye razıydık. “… ısınıp uyumayı unut, sarılıp ağlamayı da. Günaydın gittim ben!”. hoca aniden parlayıverdi, “höyt bu ne ahlaksız şarkı! Benimle dalga mı geçiyorsunuz?”. Ebru ağlamaklı “olur mu hocam, nerden çıkardınız?”. Yalın’ın tüm art niyetini gözler önüne seren cevap hocamızdan geldi: “ geceyi birlikte geçirmişler ki günaydın gittim ben diyor adam!” o gün bugündür nerde yalın’ın adı geçse şehvetini o bebek yüzünün neresine sakladığını düşünür, ahlaksız der ve tarih hocamı anarım.

* peki şimdi sorarım sana “iyi akşamlar gittim ben!” desem tüm günü birlikte geçirmiş sayılır mıyız? Sen bu soruya cevap verene kadar hoşça kal, ben bir sonraki postumu muhtemelen İzmit’ten yollayacağım sana. Ayrıca “Göt Kuşağı” geliyor, çok yakında blog dünyasında! alakasız da olsa, sen beni şimdilik bu kareyle hatırla, ben beğendim...